"Bugün kadınlar için hem ‘eşit haklar ekseni’ hem de
‘özgürlükler ekseni’ geçen yüzyıla göre çok daha fazla sınıfsallığın izlerini
taşımakta. Özellikle neoliberal politikalar, yürütme erkinin özel olarak aşırı
güçlenmesi, özel rejimlerin önünün daha fazla açılması ve sermayenin
çıkarlarını yasal alan dahil daha dolayımsız ifade etmesi,sonuçlarını kadın
mücadelesinde kazanılmış olanların da kaybedilmeye başlanması ile
göstermekte."
Maddeci feminizmin öncü isimlerinden Heidi Hartmann,
Marksizmle feminizm ilişkisini mutsuz evliliğe benzetir. Üstelik konu yeni de
değil. İsteyen konuyu önceki yüzyıla kadar uzatabilir.
Peki mutsuz evliliğin çözümü nedir? Evli ve mutsuz okuyucuyu
tedirgin etmek istemeyiz ama evet, bir zahmet boşanmak gerek. Feminizm,
Marksizmi cinsiyet körü olmakla suçlarken bu evliliğin yürüyemeyeceğini,
kendini ‘özel’ hissetmediğini anlatır gibidir. En insafa gelmiş halinde
‘yöntemi iyi de gerisi kötü’ diyerek inceden Marksizmle kapışacak yer arar.
Ancak burada asıl konumuz bu değil. Bu eleştirilerin haksız ve tutarsız
oluşuyla ilgili tonla şey yazıldı, yazılmaya devam edecek.
Konumuz bu mutsuz evliliğin Marksizm cephesi. Hatta biraz
daraltarak ifade edersek Marksizmin daha sadık bir izleyicisi olarak geleneksel
solun feminizme/feminizmlere yaklaşımı konu olan. İşte tam da burada, karşı
tezler üretme, yeni tezleri bütünlüklü bir üst modele yerleştirme, kimi
kavramları Marksist sorunsal içinde sınama gibi yollardan ziyade, belirgin bir
psikolojik eşikle karşı karşıya kalınmakta.
Bu psikolojik eşikte şunlar vardır: En başta korku ve kuşku,
sonra küçümseme ve nihayet görmezden gelme…
Türkiye için konuşursak denilecektir ki ‘ama 80’ler, işte
liberal dalga, ama işte Duygu Asena, kimlik politikaları’ vs.
Peki daha geriye, 70’lere gidelim. İlerici Kadınlar Derneği
üyesi Emel Akal, bu korkuyu samimi olarak şöyle anlatmakta:
“Neydi o korku? Adından: feminizm; renginden: mor;
ambleminden: femina…Niye korkuyorduk o kadar? Bu ruh halinde bir eksiklik, bir
yanlışlık olduğunu hissediyordum, ama korku ve kuşku bir kez bütün benliğimizi
sarmıştı”*
İşin garip tarafı o dönem bu korkuya neden olabilecek bir
feminist hareket bulunmaması. İKD’ye yöneltilen eleştiriler hep soldan gelmiş,
İKD feminizm heyulasını hep ensesinde hissetmiş ve hep feminist olmadığını
ispata uğraşmıştır. Feminizmin siyasal bir varlık olmadığı, feministlerin
İKD’ye eleştirilerinin olmadığı, klasik feminist yazının henüz önemli ölçüde
Türkçeye çevrilmediği yıllarda bile feminizm korkusu var.
İşin acıklı yanı, tüm bunların bir sonraki dönemde, serbest
piyasacılıktan türban özgürlüğüne, gerçekten liberal dalgaya binen Türkiye
feminizmiyle karşılaşması.
Evet, tüy dikme temasına uygun bir otuz yıl…
İyi de bugün, 2013 Haziran Direnişi'nden sonra ve daha
önemlisi liberal dalganın dişine kan değdiği noktada ‘nefret ve mutsuz aşk
sarmalının’ ötesinde ‘düzeyli bir ilişki’ yaşayamaz mıyız?
Kuşkusuz tartışmaya açık bir konudur. İddiamız, Marksist bir
gender (toplumsal cinsiyet) anlayışının, feminizmin konularına tarihselci bir
hat üzerinden yaklaşması gerektiğidir. Nihayetinde ortada iki yüzyılı aşan bir
deneyim var. Örneğin birinci ve ikinci dalga feminizmlerinin, bugünün toplumsal
cinsiyet eşitsizliği tartışmalarında nasıl bir bağlamı olabilir?
Birinci dalga feminizm denildiğinde Fransız devrimi
günlerindeki yurttaş olarak kadınların, eşitlik talepleriyle başlayıp, geçen
yüzyılın oy mücadelesi kazanımlarına kadar uzanan geniş bir tarihsel dönemdeki
feminist düşünce ve eylemler anlatılır.
Temel eksen ‘eşitliktir’ ve aslında daha somut olarak eşit
haklardır. Savunucuları orta sınıftan ya da burjuva sınıfından kadınlardır.
Juliette Mitchel şöyle anlatmakta:
Bu öncü feministler “Dünyanın yarısını zincirlerinden
kurtarmaktan söz ettikleri zaman, sınıf farklarını göz ardı ediyorlardı. Ancak,
onların gözünü bağlayanın sahip oldukları burjuva bakış açısı olduğu şeklindeki
eleştiriyi, tarih-dışı ve yanlış buluyorum. 18 yy. feministleri, o çağın
devrimci sınıfına mensup oldukları için ve o sırada hala var olan baskıları
dile getirdikleri için, gerçekten de bütün kadınlar adına konuşmaktaydılar.
Devrimci sınıfın, eski düzene meydan okuduğu noktada, başlangıçta, bütün ezilen
gruplar adına evrensel bir dil kullandığı (…) genel olarak doğruysa, bu
kadınlar için de geçerli olmalı.”**
İkinci dalga feminizm ise özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın
bitiminden sonra ‘kişisel olan politiktir’ sloganıyla bu kez özel addettiğimiz
tonla şeyi aslında ‘özgürlüğün’ bir konusu haline getirdi. Bu alanda
neler yoktu ki? Cinsellik, aşk, beden, psikoloji, dil, ataerki vb. Sonuçta bir
ucundan kapitalizmin de nemalanacağı oldukça zengin bir birikim ortaya kondu.
Sosyalizm deneyimleri ise belalı konusu yeni insanın yaratılması ve kadının
kurtuluşu sorununda benzer bir uyanıklığı sergileyemedi.
Ancak tüm bunlara rağmen her iki dalga da -radikal
feminizmin kimi yorumlarını dışlarsak- sınıfsallığı es geçmiştir…
Bu tarihsel arka planı bugünle ilişkilendirdiğimizde ortaya
ne çıkıyor ya da Marksizm kendini nerelerde sınayacak?
Bugün kadınlar için hem ‘eşit haklar ekseni’ hem de
‘özgürlükler ekseni’ geçen yüzyıla göre çok daha fazla sınıfsallığın izlerini
taşımakta. Bizde eşitliğin fıtrata ters olduğunu söyleyenlerin işaret fişeğini
30 yıl önce ‘kadınlar eve dönsün çoluk çocuğuna sahip çıksın’ diyen Reagen
çakmıştı. Özellikle neoliberal politikalar, yürütme erkinin özel olarak aşırı
güçlenmesi, özel rejimlerin önünün daha fazla açılması ve sermayenin
çıkarlarını yasal alan dahil daha dolayımsız ifade etmesi, sonuçlarını kadın
mücadelesinde kazanılmış olanların da kaybedilmeye başlanması ile göstermekte.
Böylelikle hak ve özgürlük bağlamı bir kez daha ateşli bir
konu haline gelmekte. Ancak bu ilk feminist çıkışlarda olduğu gibi bir kez daha
sınıfsız ele alınamaz. Marksizmin, geçmişin birikimini değerlendireceği,
kendini sınayacağı bir alan da bu olacaktır.
*Emel Akal, Kızıl Feministler, TÜSTAV, 1. Baskı, s.13
** J. Mitchell-A. Oakley, Kadın ve Eşitlik, Pencere
yayınları, s. 36
No comments:
Post a Comment