Empati yeteneklerini kaybetmiş, duyarsız insanlardan daha
korkunç ne olabilir? Değişimi günlük hayatta değil, toplumsal bilinç düzeyinde
gerçekleştirmek için ne yapmamız gerekiyor? Tepki verebilmek için daha kaç ölüm
lazım?
”Gerçek düşmanının kim olduğunu unutma!”
Annemin benim için ”Onun düşünceleri terstir biraz, siz
duymayın onu”, dediği cümle yankılanıyor kulağımda, ya da ”Başkasının
yanında sakın böyle söyleme!” cümlesi ardından takip ediyor beni ve ”Aman kızım
sen hiç bulaşma!”. Belki de bir çoğumuz gibi ben de bu cümlelerle
yetiştirildiğim içindir; herkes için doğru olan yaklaşımları kabul etmek yerine üzerinde düşünmek istemem
ve çoğunlukla reddetmem. Ama savunuculuğunu yaptıklarımı ters yüz
edebilme cesaretimden de hiç utanmıyorum. Duyarsızlık en çok beni utandıran,
hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarımızı sürdürebilmek bir utanç. Çünkü bittik,
tükendik artık.. Bize iyi gelen şeyleri yapmaktan bile utanç duyar hale geldik.
”Pazar günü sinemaya gittim” nasıl denir? Bu cümleyi bile kurmakta
zorlanıyor olmam bu yüzden.
Açlık oyunları, başka bir pazar sadece sıradan bir film
olabilirdi. Barış Elçi’sinin öldürülmesinin ertesi günü olan pazardı ve öyle
değildi.
Filmde, bir tarafta, başkentte eğlence ve bolluk içinde
süslü yaşantılarını sürdüren *reality showlarla* ölmeyi, öldürmeyi bile bir
oyun, bir eğlence olarak görebilen insanlar ve bu insanları, korku, propaganda,
beyin yıkama yoluyla hayatı maniple eden, diğerlerini de kendi yaşamlarının
refahı için köleleştirmekle kalmayan , aynı zamanda bu köleleştirme durumunu,
diğer insanlar için *eğlence* haline getirmiş totaliter merkezi tek bir iktidar
var. Başkenttekiler için öyle bir eğlence ki bu, ölenler için arkalarından
duyulan üzüntünün şiddeti, ölenin sahip olduğu popülerlik kadar sadece. Ölenin
fotoğrafının bir billboardda gösterilmesiyle sona erecek kadar da kısa.
Bir yerlerden tanıdık geliyor mu bu ?
Diğer tarafta, buna karşı çıkan, iktidarı devirmek için tüm
köleleşmiş mıntıkaları, *direniş hikayesi* filmleri çekerek, yine bir
algı yönlendirmesiyle birleştirmeye çalışan, dayanışma ve hayatta kalma
mücadelesi veren isyancılar. Amaçları başkentteki sarayı devirerek, ”Özgür
Panem”i yeniden kurmak. Direniş hikayesinin ana kahramanı da, direnişi
yöneten komutanların çoğunun da kadın olması gözden kaçırılamayacak kadar
önemli.
Film buraya kadar bir kahramanlık öyküsü, isyancıların
direniş hikayesi gibi okunabilir. Ama başkenti ele geçirerek ”Özgür Panem”i
kurmak isteyen direnişçilerin, iktidarın kullandığı oyunlara benzer bir oyunla,
başkentteki -kendinden olmayan- sivil halkı ve çocukları acımasızca öldürmeyi
tek yol olarak seçmiş olması ise filmin en can alıcı noktası. Çünkü zafer ancak
bundan sonra geliyor. ”Özgür Panem” kuruluyor. Bir iktidarın yok edilişiyle,
benzer yöntemleri kullanarak zafer elde etmiş başka bir iktidar ortaya çıkıyor.
O halde o da yok edilmeli. Ve isyancıların başkanı, bu yüzden yine isyancıların
kahramanı tarafından öldürülüyor. Kahramanın duruşu hiç bozulmuyor.
Bu bir film yorumu değildir. Berbat geçen günlerimize bir
tanesinin daha eklendiği bir cumartesi gününün ardından seyredilen bir filmin
okumasıdır. Algılarımızla oynanan, bu algı oyunlarından bir türlü kendimizi
çekip çıkaramadığımız; bir ev sahibi olursak, borçlanırsak bize ne kadar
huzurlu ve mutlu (ne demekse) olacağımızı söyleyen reklamlara her gün bir
yenisinin eklendiği, tüketim çılgınlığının ve satın almanın tavan yaptığı
ama tüm bunların bizi mutlu edeceği söylendiği halde, hala neden mutlu
olamadığımızı bir türlü anlayamadığımız, bu yüzden günden güne köleleştiğimiz,
her gün yeni bir ölüme uyandığımız, sonra buna alıştığımız, ”iyi değilim, iyi olmayacağım”
dediğimiz halde bunu bile çabuk unuttuğumuz, ölümü bile tükettiğimiz,
hissizleştirildiğimiz korkunç bir zamandan geçerken bu filmi başka türlü okumam
mümkün olamazdı. Peki biz duruşumuzu bozmadan, şiddeti reddederek, iktidarın ve
sistemin üzerimizdeki oyunlarına alet olmadan ve tüm bu oyunları karşı şekilde
kullanmadan nasıl bir çıkış yolu bulacağız?
Rousseau, İnsanlar arası Eşitsizliğin Kaynağı’nda bireyin
sosyal hayata geçişiyle birlikte erdem ve değerlerini kaybettiğini, yavaş yavaş
yozlaştığını ve yok olduğunu varsayıyordu. Rousseau’ya göre insanlık doğal
durumdan, uygar duruma geçişle birlikte hem özgürlüklerinden ödün vermiş,hem de
kendi aralarındaki farklılıklara önem verip bu doğrultuda kurumlar inşa
ederken, aynı zamanda akla olan körü körüne bağlılıklarıyla da merhamet,
kendini sevme gibi duygularını da bastırmışlar diyordu. Aydınlanmanın her
şeyden önce vurguladığı akıl, olumsuz sonuçları da beraberinde getirir. Önemli
olan bireyin akıllı olmasından ziyade duyarlı olmasıdır. Peki biz bu duyarlılığı
nasıl yeniden inşa edeceğiz?
Bifo Berardi ”No Future” kitabında, gezegenin her
santimetresi sömürgeleştiğinde zamansal boyutun sömürgeleşmesinin başladığından
bunun da zihnin, algının ve hayatın sömürgeleşmesi anlamına geldiğinden,
böylece geleceği olmayan yüzyılın başladığından bahseder. Enformasyon
uyaranlarının sonsuz hızına maruz kalan zihin, ya panikle ya da duyarsızla
tepki verir. Duyumsamasını, ötekini anlamadaki empati yeteneklerini ve ikili
sistemlerde kodlanmış olanlar dışındaki işaretleri çözümleme yetisini yitirmiş
olan bir insan gelişimine şahitlik ettiğimizi söyler. Empati
yeteneklerini kaybetmiş, duyarsız insanlardan daha korkunç ne olabilir?
Değişimi günlük hayatta değil, toplumsal bilinç düzeyinde gerçekleştirmek için
ne yapmamız gerekiyor?
Tepki verebilmek için daha kaç ölüm lazım?
Günseli Baki
No comments:
Post a Comment