Wednesday, 2 December 2015

AÇLIK OYUNLARI

Empati yeteneklerini kaybetmiş, duyarsız insanlardan daha korkunç ne olabilir? Değişimi günlük hayatta değil, toplumsal bilinç düzeyinde gerçekleştirmek için ne yapmamız gerekiyor? Tepki verebilmek için daha kaç ölüm lazım?


”Gerçek düşmanının kim olduğunu unutma!”

Annemin benim için ”Onun düşünceleri terstir biraz, siz duymayın onu”, dediği cümle yankılanıyor kulağımda, ya da  ”Başkasının yanında sakın böyle söyleme!” cümlesi ardından takip ediyor beni ve ”Aman kızım sen hiç bulaşma!”. Belki de bir çoğumuz gibi ben de bu cümlelerle yetiştirildiğim içindir; herkes için doğru olan yaklaşımları kabul etmek yerine üzerinde düşünmek istemem ve çoğunlukla reddetmem.  Ama savunuculuğunu yaptıklarımı ters yüz edebilme cesaretimden de hiç utanmıyorum. Duyarsızlık en çok beni utandıran, hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarımızı sürdürebilmek bir utanç. Çünkü bittik, tükendik artık.. Bize iyi gelen şeyleri yapmaktan bile utanç duyar hale geldik. ”Pazar günü sinemaya gittim” nasıl denir?  Bu cümleyi bile kurmakta zorlanıyor olmam bu yüzden.
Açlık oyunları, başka bir pazar sadece sıradan bir film olabilirdi. Barış Elçi’sinin öldürülmesinin ertesi günü olan pazardı ve öyle değildi.
Filmde, bir tarafta, başkentte eğlence ve bolluk içinde süslü yaşantılarını sürdüren *reality showlarla* ölmeyi, öldürmeyi bile bir oyun, bir eğlence olarak görebilen insanlar ve bu insanları, korku, propaganda, beyin yıkama yoluyla hayatı maniple eden, diğerlerini de kendi yaşamlarının refahı için köleleştirmekle kalmayan , aynı zamanda bu köleleştirme durumunu, diğer insanlar için *eğlence* haline getirmiş totaliter merkezi tek bir iktidar var. Başkenttekiler için öyle bir eğlence ki bu, ölenler için arkalarından duyulan üzüntünün şiddeti, ölenin sahip olduğu popülerlik kadar sadece. Ölenin fotoğrafının bir billboardda gösterilmesiyle  sona erecek kadar da kısa.
Bir yerlerden tanıdık geliyor mu bu ?
Diğer tarafta, buna karşı çıkan, iktidarı devirmek için tüm köleleşmiş mıntıkaları, *direniş hikayesi* filmleri çekerek, yine  bir algı yönlendirmesiyle birleştirmeye çalışan, dayanışma ve hayatta kalma mücadelesi veren isyancılar. Amaçları başkentteki sarayı devirerek, ”Özgür Panem”i yeniden kurmak. Direniş hikayesinin ana kahramanı da, direnişi  yöneten komutanların çoğunun da kadın olması gözden kaçırılamayacak kadar önemli.
Film buraya kadar  bir kahramanlık öyküsü, isyancıların direniş hikayesi gibi okunabilir. Ama başkenti ele geçirerek ”Özgür Panem”i kurmak isteyen direnişçilerin, iktidarın kullandığı oyunlara benzer bir oyunla, başkentteki -kendinden olmayan- sivil halkı ve çocukları acımasızca öldürmeyi tek yol olarak seçmiş olması ise filmin en can alıcı noktası. Çünkü zafer ancak bundan sonra geliyor. ”Özgür Panem” kuruluyor. Bir iktidarın yok edilişiyle, benzer yöntemleri kullanarak zafer elde etmiş başka bir iktidar ortaya çıkıyor. O halde o da yok edilmeli. Ve isyancıların başkanı, bu yüzden yine isyancıların kahramanı tarafından öldürülüyor. Kahramanın duruşu hiç bozulmuyor.
Bu bir film yorumu değildir. Berbat geçen günlerimize bir tanesinin daha eklendiği bir cumartesi gününün ardından seyredilen bir filmin okumasıdır. Algılarımızla oynanan, bu algı oyunlarından bir türlü kendimizi çekip çıkaramadığımız; bir ev sahibi olursak, borçlanırsak bize ne kadar huzurlu ve mutlu (ne demekse) olacağımızı söyleyen reklamlara her gün bir yenisinin eklendiği, tüketim çılgınlığının ve  satın almanın tavan yaptığı ama tüm bunların bizi mutlu edeceği söylendiği halde, hala neden mutlu olamadığımızı bir türlü anlayamadığımız, bu yüzden günden güne köleleştiğimiz, her gün yeni bir ölüme uyandığımız, sonra buna alıştığımız, ”iyi değilim, iyi olmayacağım” dediğimiz halde bunu bile çabuk unuttuğumuz, ölümü bile tükettiğimiz, hissizleştirildiğimiz korkunç bir zamandan geçerken bu filmi başka türlü okumam mümkün olamazdı. Peki biz duruşumuzu bozmadan, şiddeti reddederek, iktidarın ve sistemin üzerimizdeki oyunlarına alet olmadan ve tüm bu oyunları karşı şekilde kullanmadan nasıl bir çıkış yolu bulacağız?
Rousseau, İnsanlar arası Eşitsizliğin Kaynağı’nda bireyin sosyal hayata geçişiyle birlikte erdem ve değerlerini kaybettiğini, yavaş yavaş yozlaştığını ve yok olduğunu varsayıyordu. Rousseau’ya göre insanlık doğal durumdan, uygar duruma geçişle birlikte hem özgürlüklerinden ödün vermiş,hem de kendi aralarındaki farklılıklara önem verip bu doğrultuda kurumlar inşa ederken,  aynı zamanda akla olan körü körüne bağlılıklarıyla da merhamet, kendini sevme gibi duygularını da bastırmışlar diyordu. Aydınlanmanın her şeyden önce vurguladığı akıl, olumsuz sonuçları da beraberinde getirir. Önemli olan bireyin akıllı olmasından ziyade duyarlı olmasıdır. Peki biz bu duyarlılığı nasıl yeniden inşa edeceğiz?
Bifo Berardi ”No Future” kitabında, gezegenin  her santimetresi sömürgeleştiğinde zamansal boyutun sömürgeleşmesinin başladığından bunun da zihnin, algının ve hayatın sömürgeleşmesi anlamına geldiğinden, böylece geleceği olmayan yüzyılın başladığından bahseder. Enformasyon uyaranlarının sonsuz hızına maruz kalan zihin, ya panikle ya da duyarsızla tepki verir. Duyumsamasını, ötekini anlamadaki empati yeteneklerini ve ikili sistemlerde kodlanmış olanlar dışındaki işaretleri çözümleme yetisini yitirmiş olan bir insan gelişimine şahitlik ettiğimizi söyler.  Empati yeteneklerini kaybetmiş, duyarsız insanlardan daha korkunç ne olabilir? Değişimi günlük hayatta değil, toplumsal bilinç düzeyinde gerçekleştirmek için ne yapmamız gerekiyor?
Tepki verebilmek için daha kaç ölüm lazım?
Günseli Baki


No comments:

Post a Comment