Wednesday 2 December 2015

Ebru Pektaş yazdı: Mutsuz evlilik

"Bugün kadınlar için hem ‘eşit haklar ekseni’ hem de ‘özgürlükler ekseni’ geçen yüzyıla göre çok daha fazla sınıfsallığın izlerini taşımakta. Özellikle neoliberal politikalar, yürütme erkinin özel olarak aşırı güçlenmesi, özel rejimlerin önünün daha fazla açılması ve sermayenin çıkarlarını yasal alan dahil daha dolayımsız ifade etmesi,sonuçlarını kadın mücadelesinde kazanılmış olanların da kaybedilmeye başlanması ile göstermekte."


Maddeci feminizmin öncü isimlerinden Heidi Hartmann, Marksizmle feminizm ilişkisini mutsuz evliliğe benzetir. Üstelik konu yeni de değil. İsteyen konuyu önceki yüzyıla kadar uzatabilir.
Peki mutsuz evliliğin çözümü nedir? Evli ve mutsuz okuyucuyu tedirgin etmek istemeyiz ama evet, bir zahmet boşanmak gerek. Feminizm, Marksizmi cinsiyet körü olmakla suçlarken bu evliliğin yürüyemeyeceğini, kendini ‘özel’ hissetmediğini anlatır gibidir. En insafa gelmiş halinde ‘yöntemi iyi de gerisi kötü’ diyerek inceden Marksizmle kapışacak yer arar. Ancak burada asıl konumuz bu değil. Bu eleştirilerin haksız ve tutarsız oluşuyla ilgili tonla şey yazıldı, yazılmaya devam edecek.
Konumuz bu mutsuz evliliğin Marksizm cephesi. Hatta biraz daraltarak ifade edersek Marksizmin daha sadık bir izleyicisi olarak geleneksel solun feminizme/feminizmlere yaklaşımı konu olan. İşte tam da burada, karşı tezler üretme, yeni tezleri bütünlüklü bir üst modele yerleştirme, kimi kavramları Marksist sorunsal içinde sınama gibi yollardan ziyade, belirgin bir psikolojik eşikle karşı karşıya kalınmakta.
Bu psikolojik eşikte şunlar vardır: En başta korku ve kuşku, sonra küçümseme ve nihayet görmezden gelme…
Türkiye için konuşursak denilecektir ki ‘ama 80’ler, işte liberal dalga, ama işte Duygu Asena, kimlik politikaları’ vs.
Peki daha geriye, 70’lere gidelim. İlerici Kadınlar Derneği üyesi Emel Akal, bu korkuyu samimi olarak şöyle anlatmakta:
“Neydi o korku? Adından: feminizm; renginden: mor; ambleminden: femina…Niye korkuyorduk o kadar? Bu ruh halinde bir eksiklik, bir yanlışlık olduğunu hissediyordum, ama korku ve kuşku bir kez bütün benliğimizi sarmıştı”*
İşin garip tarafı o dönem bu korkuya neden olabilecek bir feminist hareket bulunmaması. İKD’ye yöneltilen eleştiriler hep soldan gelmiş, İKD feminizm heyulasını hep ensesinde hissetmiş ve hep feminist olmadığını ispata uğraşmıştır. Feminizmin siyasal bir varlık olmadığı, feministlerin İKD’ye eleştirilerinin olmadığı, klasik feminist yazının henüz önemli ölçüde Türkçeye çevrilmediği yıllarda bile feminizm korkusu var.
İşin acıklı yanı, tüm bunların bir sonraki dönemde, serbest piyasacılıktan türban özgürlüğüne, gerçekten liberal dalgaya binen Türkiye feminizmiyle karşılaşması.
Evet, tüy dikme temasına uygun bir otuz yıl…
İyi de bugün, 2013 Haziran Direnişi'nden sonra ve daha önemlisi liberal dalganın dişine kan değdiği noktada ‘nefret ve mutsuz aşk sarmalının’ ötesinde ‘düzeyli bir ilişki’ yaşayamaz mıyız?
Kuşkusuz tartışmaya açık bir konudur. İddiamız, Marksist bir gender (toplumsal cinsiyet) anlayışının, feminizmin konularına tarihselci bir hat üzerinden yaklaşması gerektiğidir. Nihayetinde ortada iki yüzyılı aşan bir deneyim var. Örneğin birinci ve ikinci dalga feminizmlerinin, bugünün toplumsal cinsiyet eşitsizliği tartışmalarında nasıl bir bağlamı olabilir?
Birinci dalga feminizm denildiğinde Fransız devrimi günlerindeki yurttaş olarak kadınların, eşitlik talepleriyle başlayıp, geçen yüzyılın oy mücadelesi kazanımlarına kadar uzanan geniş bir tarihsel dönemdeki feminist düşünce ve eylemler anlatılır.
Temel eksen ‘eşitliktir’ ve aslında daha somut olarak eşit haklardır. Savunucuları orta sınıftan ya da burjuva sınıfından kadınlardır. Juliette Mitchel şöyle anlatmakta:
Bu öncü feministler “Dünyanın yarısını zincirlerinden kurtarmaktan söz ettikleri zaman, sınıf farklarını göz ardı ediyorlardı. Ancak, onların gözünü bağlayanın sahip oldukları burjuva bakış açısı olduğu şeklindeki eleştiriyi, tarih-dışı ve yanlış buluyorum. 18 yy. feministleri, o çağın devrimci sınıfına mensup oldukları için ve o sırada hala var olan baskıları dile getirdikleri için, gerçekten de bütün kadınlar adına konuşmaktaydılar. Devrimci sınıfın, eski düzene meydan okuduğu noktada, başlangıçta, bütün ezilen gruplar adına evrensel bir dil kullandığı (…) genel olarak doğruysa, bu kadınlar için de geçerli olmalı.”**
İkinci dalga feminizm ise özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra ‘kişisel olan politiktir’ sloganıyla bu kez özel addettiğimiz tonla şeyi aslında ‘özgürlüğün’ bir konusu haline getirdi.  Bu alanda neler yoktu ki? Cinsellik, aşk, beden, psikoloji, dil, ataerki vb. Sonuçta bir ucundan kapitalizmin de nemalanacağı oldukça zengin bir birikim ortaya kondu. Sosyalizm deneyimleri ise belalı konusu yeni insanın yaratılması ve kadının kurtuluşu sorununda benzer bir uyanıklığı sergileyemedi.
Ancak tüm bunlara rağmen her iki dalga da -radikal feminizmin kimi yorumlarını dışlarsak-  sınıfsallığı es geçmiştir…
Bu tarihsel arka planı bugünle ilişkilendirdiğimizde ortaya ne çıkıyor ya da Marksizm kendini nerelerde sınayacak?
Bugün kadınlar için hem ‘eşit haklar ekseni’ hem de ‘özgürlükler ekseni’ geçen yüzyıla göre çok daha fazla sınıfsallığın izlerini taşımakta. Bizde eşitliğin fıtrata ters olduğunu söyleyenlerin işaret fişeğini 30 yıl önce ‘kadınlar eve dönsün çoluk çocuğuna sahip çıksın’ diyen Reagen çakmıştı. Özellikle neoliberal politikalar, yürütme erkinin özel olarak aşırı güçlenmesi, özel rejimlerin önünün daha fazla açılması ve sermayenin çıkarlarını yasal alan dahil daha dolayımsız ifade etmesi, sonuçlarını kadın mücadelesinde kazanılmış olanların da kaybedilmeye başlanması ile göstermekte.
Böylelikle hak ve özgürlük bağlamı bir kez daha ateşli bir konu haline gelmekte. Ancak bu ilk feminist çıkışlarda olduğu gibi bir kez daha sınıfsız ele alınamaz. Marksizmin, geçmişin birikimini değerlendireceği, kendini sınayacağı bir alan da bu olacaktır.
*Emel Akal, Kızıl Feministler, TÜSTAV, 1. Baskı, s.13
** J. Mitchell-A. Oakley, Kadın ve Eşitlik, Pencere yayınları, s. 36


No comments:

Post a Comment